Aşka Gittim Dönmeyeceğim

İlk başlarda karşılaşmaktan çok korkuyordum. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Senin de gelip yüzüme tüküreceğinden ya da okkalı bir tokatla beni yere sermenden korkuyordum. Bir erkek olarak kavga etmekten hiç korkmadım, dayak yemekten de. Ama senin bir tokadının bedenimin etlerine değil, ruhumun yaralarına değecekti, canımı çok acıtacaktı, korkumun esas sebebi buydu.
Ama sen reklamcı ben reklamcı olunca karşılaşabileceğimiz mekânlar o kadar çoktu ki. Ayrıldığımız o lanet günden sonra reklamcıların çoğunlukla takıldığı hiçbir yere gidemedim. Sıklıkla gittiğimiz Tophane nargilecilerine, Beyazıt medreselerine, Beşiktaş’taki o ihtiyarların kahvaltı salonuna, Fatih’teki o Pilavcı Abla’ya hiç ama hiç gidemedim o zamandan beri. Taksimde tavla attığımız cafelere, kaşarlı dürümlerine bayıldığımız Bambi’ye, kokoreçin kralını yapan Şampiyon’a ayağımı hiç sürüyemedim. 20 milyonluk İstanbul’da her köşe başından sen çıkacakmışsın gibi tedirgin dolaştım günlerce.
Sonra tıpkı bir ölüme alışır gibi alıştım bu duruma. Ölüme alışmak ne kadar kolaydı, oysaki seninle bu şehrin sokaklarında köşe kapmaca oynamak ne kadar zorladı beni. Ama alıştım sonunda. Küçük bir çocukken babamın her zaman evin bitişiğindeki garajda hazır ettiği mezar tahtaları, komşumuzun o eski steyşın renosuna yüklenirken ölüm dayanmıştı o küçücük zihnimin her köşesine. Meraklı gözlerle üzüldüğümü gören babam “Birşey yok birşey yok geç sen içeri.” derken o patavatsız yengem bir müjde verir gibi suratıma çarpmıştı ölümü: “Oğlum İsmail enişten ölmüş.”
Evet, o zaman inanmıştım “İyilerin bu dünyadan erken gittiklerine.” Tüm akrabalarım içinde en çok sevdiğim ve en iyi anlaştığım İsmail enişte en büyük halamın eşiydi. O zamanlar için tüm çevresine çok fazla gelen eşsiz kibarlığı ile ilk örnek aldığım kişiydi. Sonradan onun bu kibarlığının altında bir trajedi yattığını öğrenmiştim. Silahını temizlerken kızını vurmuş ve uzun bir süre İstanbul hapishanelerinde kalmıştı. O hapishanelerde İstanbul beyefendileri gibi konuşmayı öğrenmiş, zamanın siyasi suçluları ile kaldığı için ağırbaşlı oturaklı biri olup çıkıp gelmişti köyüne. Bana hep “Sen doktor olacaksın.” dediğinde belki de kızını kurtaramamış olmanın verdiği bir üzüntü vardı bilinçaltında. Bazen de bana takılırdı: “Kadın doktoru yapacağız seni, kadınların şeylerine bakacaksın.” Utandığımı görünce de konuyu değiştirir yine o eşsiz sohbetiyle başka başka konulardan konuşurduk.
İsmail enişte ölümle tanıştırmıştı beni. Ölüm senin sevdiğin birisinin başına gelince yüreğine takılıp kalıyordu. Yoksa başka başka ölüm haberleri dolaşıp duruyordu durmadan etrafta. O yıllardan zihnimden hiç çıkmayan bir ölümde sınıf arkadaşım Mehmet’inkiydi. Uzun boyuyla nerdeyse bir zürafa gibi hepimize tepeden bakan Mehmet ilkokuldan sonra İstanbul’a çalışmaya gelmiş, ilk günlerde de otobandan karşıya geçerken arabaların altında kalmıştı. Öyle ki onlarca araba bir yandan sürüklemiş bir yandan onu altında ezmişlerdi. Anlatılanlara göre cesedi 5-10 kilo kadar bir şey kalmıştı.
Ama şöyle esaslısından yüreğimi delip geçen ölüm neydi? Tabi ki dedeminki… Bu yaşlı adam beni bir Küçük Prens gibi yetiştirmeye çalışan bir bilgeydi. 96 yaşında sessiz sedasız öldüğünde bana gözyaşlarıyla sarıldığı son karşılaşmamızı bırakmıştı. Ona bayram ziyareti için gittiğimde aldığım bisküvilerden çabuk bitmesin diye her gün sadece 1 adet yiyen ve öldüğü gün son bisküvisini yiyen dedem bununla bana travmatik bir mesaj bırakmıştı aslında. “Bir gün öleceğiz çünkü bisküviler bir gün bitecek.”

Adem Özbay
-Aşka Gittim Dönmeyeceğim- Romanından...

Yorumlar