Bir masaldır
ömür... Nice ejderhaların ateş fışkıran nefesleri altında soluk alıp veririz doğumdan ölene kadar. Nice uzak
uzak diyarlarda kayboluruz, nice tek gözlü devlerin tasallutunda tir tir titrer
yüreğimiz. Bütün canavarların, bütün cadıların, bütün kötü kalpli kurtların
maskelerine gülümseriz ömürler boyunca. Bizden öncekilerden alır, sonramıza
bırakırız bu acı dolu, ayrılık dolu, hasret dolu kalp atışlarını. Tilkilere şarkı
söylerken, dudaklarımızdan çok yüreğimizdekileri düşünürüz. Nice prensler
tanırız, nice prensesler... Kahramanlar olup kentin ürkek sokaklarında zapt
edilmez kalelerin hükümdarı gibi dolaşırız. Şehir bizden ürkek, biz kendimizden
ürkek yaşarız. İmkansız düşlerle akar gider bir ömrümüz. Her şeye rağmen, bir
masaldır ömür...
Bir masaldır
ömür... En olmadık zamanlarda, yani tam kötülerin galip geldiği anda, gelir bir
aşk dokunur alnımıza. Zamansız uykularımızdan bir öpüşle uyanıveririz. Ekmek
kırıntılarının kaybettirdiği yurdumuzu, kalbimiz bir deniz feneri olup da
bulduruverir bize. O çok eski, çok ama çok eski zamanlar gelip baharlar taşıyan
ılık meltemler gibi ürpertir bizi. Beyaz atına binip gittiğimiz o kahramanın
pelerinine sarılır gibi sarılırız o ürpertiye. Neşeye mi, üzüntüye mi
yoracağımızı bilemediğimiz bir düştür bu. Hiçbir tabircinin, hiçbir yorumcunun,
hiçbir simyacının yüreğimizdeki en ufak bir karşılığına bile
yorumlayamayacakları eski zaman rüyasıdır aşk. Eskidir çünkü yeni dünyadan
nasiplenmemiştir. Hala uzun çayırların süslediği o uçsuz bucaksız kırlarda
uçarcasına birbirini kovalamak gibidir. Yakalayıp, üzerine çöreklenip toprağın
bütün nefesini içimize çekercesine öpmek gibidir. Hiçbir şehrin, denizler
üzerine yaslanmış olsa da İstanbul’un bile tattıramayacağı bir haldir o. Bu
yüzden işte, bir masaldır ömür...
Bir masaldır
ömür... Annelerin dudaklarından dökülen uçan halıların, cinlerin içinde fink
attığı lambaların, maceradan maceraya götüren yüzüklerin hikayesini, iki
kelimelik bir masal için terk eder gideriz. Sevgilinin dudağından dökülecek o
iki kelimelik masaldır hayatın en gerçek yalanı. Bütün kapıları açan bir sihir
gibidir. Kırk haramilerden bizi sakındıran, mahzeninde mutluluğu saklayan bir
bilinmez yerdir. En çok bu masala kanmak isteriz, en çok bu masalın kahramanı
olmak… Asıl o zaman uçarız kıtalardan kıtalara, uçan halımız olmadan. En çok o
zaman dileğimiz yerine gelir cinlerimiz olmadan. O zaman masal olan ömrümüz
dile gelir, söyler çaresizliğin notalarını. Bu şarkılardan ki, bir masaldır
ömür...
Bir masaldır
ömür... Gerçeğe dönüşsün diye kurduğumuz tüm hayallerin, dinsin diye
beklediğimiz hasretlerin, kavuşsun diye beklediğimiz ellerin aralarındaki
uçurumlarda uyanınca anlarız bunu. Tüm sorularının tek seçeneği ‘imkansız’ olan
cevap anahtarını göz yaşlarımızla işaretlerken biliriz ki, hayat bir düş, hayat
bir rüya, hayat bir masaldır. Beklediğimiz kahramanımız, prensimiz, prensesimiz
o nazenin, o kırılgan, o utangaç tebessümüyle gelip yürek kapımızı çaldığında
bu masal biter, bir rüya sonra erer, en güzel düşten uyandırılırız. Çepeçevre
sarıldığımız haydutların ortasında çaresiz ve yapayalnız kalırız. Kötü devler,
acımasız cadılar, ateş kusan ejderhalar, hain üvey anneler bize hep birden
kırmızı elmalarını uzatırlar. Isırırız, kavuşamadığımız sevgili için sonsuza
kadar sürecek bir uykuya dalmak üzere. Üç elmadan ilkidir bu. Hem ısırır, hem
‘imkansız’ deriz; sensizlik de sen de imkansız, bu masal imkansız...
Bir masaldır
ömür...
Üç elma düşer,
ikisi yanaklarına...
*
Adem Özbay
Yorumlar
Yorum Gönder